ABDÜLHAMîD
HÂN-II; Sultan Abdülhamid Hanın fevkalade
akıllı ve tedbirli siyaseti ile bütün İslam alemini kendisine bağladığını gören
İngilizler, Osmanlı Devletinin iyiye gidişini durdurmak ve yıkmak için
faaliyetlerini yoğunlaştırdılar. Bir taraftan Padişah aleyhine faaliyette
bulunan İttihad ve Terakki Cemiyetini desteklerken, diğer taraftan Arabistan
Yarımadasında bedevi kabilelerini ve Doğu Anadolu’da Ermenileri Osmanlı
Devletine karşı kışkırttılar. Bu arada Osmanlı Devletinden Berlin antlaşmasının,
Anadolu’da Ermenilerin yaşadığı vilayetlerde ıslahat yapılmasını isteyen 61.
maddenin kesinlikle tatbik edilmesini istediler. Bu uygulamanın ermeni
muhtariyetini doğuracağını bilen Sultan Abdülhamid Han, İngilizleri yıllarca
oyalıyarak böyle bir teşebbüse fırsat vermedi. Ayrıca ermenilerin, Avrupa
devletlerinin dikkatlerini çekmek üzere giriştikleri isyanları anında bastırdı.
Hatta bu iş için polis ve jandarmadan ziyade sivil halkı kullandı (1895-1896).
Bunun üzerine Ermeniler bir arabaya yerleştirdikleri saatli bomba ile Padişah’ı
Cuma namazından çıkışta öldürmek istediler. Fakat Abdülhamid Han, bu suikastten
kurtuldu. Bütün bu faaliyetler onu, tatbik ettiği politikadan zerre kadar
döndürmedi. 1 Kasım 1912 günü Loreley vapuru
ile İstanbul’a getirilen Hakan-ı sabık (eski padişah), ikametine tahsis olunan
Beylerbeyi Sarayına yerleştirildi. Sultân İkinci Abdülhamîd Hân
Osmânlı donanmasını en modern vâsıtalarla yeniledi. İngiltereden sonra Avrupada
ikinci derecede oldu. Sultân ikinci Abdülhamîd hânın
mubârek beldelere ve bunların şefâ’at sâhibi efendisine yapdığı hürmet ve
hizmetler, öncekilerin hizmetlerini kat-kat aşmışdır. İhsânları ve hizmetleri
yalnız Ümerâya ve Ülemâya ve makâmlara mahsûs kalmamış, ehâlînin ve fakîrlerin
hepsine ulaşmışdır. Mescid-i harâmı gözleri kamaşdıracak derecede ta’mîr ve
tezyîn etmiş, Hadîce-tül Kübrânın türbesini ve Mevlidin-Nebî ile Mevlid-i Fâtıma
olan binâları, benzeri olmayacak şeklde ihyâ etmiş, Minâ şehrini su şebekeleri
ile doldurmuşdur. Seyyid Ahmed Rıfâînin ve diğer Velîlerin türbelerini
fevkal’âde bir himmet ile ta’mîr etmişdir. Mekkede Gayretiyye ve Hamîdiyye
piyâde kışlalarıyla, topçu kışlası ve hükûmet konağı yapdırmışdır. Osmânlı
halîfelerinin herbirinin (Hâdimülharemeyn) olduklarını, eserleri bütün dünyâya
i’lân etmekdedir. Vehhâbî eşkiyâları, Haremeyn-i şerîfeyni tekrâr ele
geçirdikden sonra, bu behâ biçilemiyen târihî eserleri, güzel san’atları,
sinsice yok etmekde, böylece bozuk inançları ile ve barbarca saldırıları ile
islâmiyyeti içerden yıkmakdadırlar.
Osmanlı padişahlarının otuz
dördüncüsü ve İslam halifelerinin doksan dokuzuncusu. Sultan Abdülmecid’in
ikinci oğlu olup 1842’de Tir-i Müjgan Sultandan doğdu. On yaşında iken annesini
kaybeden şehzade Abdülhamid, babasının emriyle Perestu Kadın Efendinin
himayesine verildi. Özel hocalar tayin edilerek iyi bir eğitime tabi tutuldu.
Arapçayı, Ferid ve Şerif efendilerden, Farsçayı kazasker Ali Mahvi Efendi ve
Sadrazam Safvet Paşadan; tefsir, hadis, fıkıh ilimlerini Gümüşhanevi Ömer Hulusi
Efendiden; Fransızcayı Gardet, Edhem ve Kemal paşalardan ve diğer din ve fen
ilimlerini de sahasında üstad olan hocalardan öğrendi. Tahsilinden artan
zamanlarını; ata binmek, silah kullanmak ve spor yapmakla
değerlendirirdi.
Şehzade Abdülhamid’in zeka ve
hafızasının son derece yüksek oluşu ile politik kabiliyeti, amcası olan Sultan
Abdülaziz’in dikkatini çekti. Nitekim Sultan Abdülaziz Han, onun daha serbest
bir ortamda yetişmesini sağladı. Mısır ve Avrupa seyahatlerinde yanında götürdü.
Şehzade Abdülhamid de bu imkanlardan en iyi şekilde istifadeye çalıştı. Yabancı
basını devamlı takib ederek dış devletlerin niyet ve emellerini ve gayelerine
ulaşabilmek için uyguladıkları metodları çok iyi etüd etti. Ayrıca o, ticari
faaliyetlerde de bulundu. Kendisinin marangoz atölyesi ile çiftliği vardı.
Toprak işleriyle meşgul oldu. Koyun besletti. Üstübeç madenleri işletti. Son
derece cömerd olan Şehzade, kazandığı paraları saltanatı sırasında din ve devlet
işleri ile fakir ve yoksullara harc etti.
İngilizlerden para alarak düşmanın kuklası haline gelen Hüseyin Avni Paşa;
Midhat, Mütercim Rüşdi, Mahmud Celaleddin ve Nuri paşalar, şeyhülislam Hasan
Hayrullah Efendi ile anlaşarak 1876’da Sultan Abdülaziz’i tahttan indirdiler ve
çok geçmeden de şehid ettiler. Yerine çıkardıkları şehzade Murad, rahatsızlığı
sebebiyle ancak üç ay tahtta kalabildi. Bunun üzerine şehzade Abdülhamid otuz
dört yaşındayken 31 Ağustos 1876 Perşembe günü Osmanlı tahtına oturdu.
Sultan Abdülhamid Han tahta çıktığında devlet en buhranlı
günlerini yaşıyordu. Bosna-Hersek ve Bulgar ayaklanmalarına Sırbistan ve Karadağ
muharebeleri de eklenmişti. Girit’te huzursuzluk had safhadaydı. Rusya, bu
karışıklıkta devletten en büyük payı kapma sevdasıyla savaş hazırlıkları
yapıyordu. Yeni Osmanlı Padişahı ise aktif bir siyaset takip ediyordu. Bütün
hükümet üyeleriyle mabeyn personelini saraya davet ederek bir yemek verdi.
Burada yaptığı konuşmada da milli birliğe duyulan ihtiyacı dile getirdi.
Tersaneye giderek bahriyelilerle birlikte oturup asker yemeği yedi. Zaman zaman
haber vermeden çeşitli camilere gidip, halkın arasında aynı safta namaz kıldı.
Sultanın bu hareketleri asker ve halkın hoşuna gidiyordu. Nitekim herkeste ve
özellikle orduda bir moral düzelmesi görüldü. Bunun neticesi olarak Sırp
cephesindeki ordu önemli başarılar kazanmaya başladı. Osmanlı ordusu Belgrat’a
girmek üzereyken büyük devletler işe karıştılar. Rusya’nın savaşa derhal son
verilmesi konusundaki ültimatomu üzerine Sırbistan ile üç aylık ateşkes
imzalandı. Diğer taraftan İngiltere, Şark Meselesinin İstanbul’da toplanacak bir
konferansta ele alınmasını istedi. 23 Aralık 1876’da İstanbul’da toplanan
Tersane Konferansından sonra batılı devletler Osmanlı Devletinin bağımsızlığını
tehlikeye sokacak ağır hükümler taşıyan teklifler sundular. Bu toplantıdan bir
gün önce 23 Aralık 1876’da Osmanlı Devletinde Kanun-i Esasi ilan edilmiş ise de
batılılar bunu nazar-ı dikkate almamışlardı.
Tersane Konferansı kararlarını reddetmenin, devletini Rusya ile karşı karşıya
bırakacağını bilen Sultan Abdülhamid Han, bu teklifleri kabul etmiş görünerek
ortalığı yatıştırmak istiyordu. Ancak İngilizlerin kendilerini destekleyeceği
vadine aldanan sadrazam Midhat Paşa, mecliste gayri müslimleri de kendi tarafına
çekmek suretiyle Rusya aleyhine bir konuşma yaptı. Harb aleyhinde rey kullanacak
olanları; peşinen vatan sevgisizliği ve ihaneti ile itham etti. Neticede meclis,
Tersane Konferansı kararlarını reddetti. Ayrıca Sultan Abdülhamid’in devlet
işleriyle çok sıkı bir şekilde ilgilenmesini siyasi geleceği açısından tehlikeli
gören Midhat Paşa, onu tahttan indirmenin yollarını aramaya başladı. Hatta
Osmanlı Hanedanını dahi ortadan kaldırmayı planlayan Midhat Paşa, konağında
topladığı Namık Kemal, Ziya ve Rüşdi paşalarla kendi taraftarı olan diğer devlet
ileri gelenlerine "Âl-i Osman yerine Âl-i Midhat denilse ne olur?" demişti. Yine
sadareti müddetince Müslüman halkın çoğunlukta bulunduğu vilayetlere azınlıktan
valiler tayin etmek ve Osmanlı ordusunun temeli durumundaki Harbiye Mektebine
Rum talebe almak gibi Osmanlı Devletini temelinden yıkabilecek faaliyetler
içerisindeydi. Onun bu zararlı icraatları üzerine Sultan Abdülhamid Han, Kanun-i
Esasi’nin kendisine verdiği yetkiye dayanarak Midhat Paşayı sadrazamlıktan
uzaklaştırdı ve yurd dışına sürdü.
Diğer taraftan
Midhat Paşa sadrazamlıktan uzaklaştırılmış ancak Tersane Konferansı kararlarını
mecliste reddettirmekle Osmanlı Devletini Rusya ile karşı karşıya getirmişti.
Nitekim 24 Nisan 1877 günü Rusya, Osmanlı Devletine resmen harb ilan etti. Mali
1293 senesine rastladığı için "93 Harbi" denilen bu savaş, Edirne Mütarekesine
kadar dokuz ay sürdü. Plevne’de Gazi Osman Paşa, doğuda Ahmed Muhtar Paşanın
kısmi başarılarına rağmen savaş umumi bir bozgunla neticelendi. Ruslar Edirne’ye
girdiler ve Yeşilköy’e kadar geldiler. Doğuda ise Kars düşmüş ve Rus kuvvetleri
Erzurum’a yaklaşmıştı. Savaşlarda on binlerce Müslüman-Türk şehid olurken, bir o
kadarı da İstanbul’a akın etti. Muhacirler bir plan içinde Anadolu’nun çeşitli
bölgelerine yerleştirilmeye çalışıldı. Bu sırada memleketin tek karar organı
olan mecliste de tam bir anarşi hüküm sürmekte ve milletvekilleri hiçbir
meselede bir araya gelememekte idiler.
Bu vaziyet
karşısında Sultan Abdülhamid Han, İngiltere’yi devreye sokarak savaşın sona
erdirilmesini sağladı. Arkasından devletin başına böyle bir felaketin gelmesine
sebeb olan, savaşın bitmesi ile de bu durumda hiçbir mesuliyeti yokmuş gibi
padişahı suçlamaya başlayan Meclis-i Meb’usan’ı süresiz kapattı (13 Şubat 1878).
Bu arada Rusya ateşkesin sağlanmasından hemen sonra Osmanlı Devleti ile antlaşma
imzalayarak galip gelmenin avantajını iyi kullanmak istiyordu. Nitekim 3 Mart
1878’de imzalanan Ayastefenos Muahedesi, Osmanlılar için çok ağır ve feci
şartlar getiriyordu. 29 Maddelik antlaşmaya göre, batıda büyük bir Bulgaristan
prensliği kurulacak, Makedonya, Batı Trakya, Kırklareli bir Rus kuklası olarak
düşünülen bu otonom prensliğe verilecekti. Kars, Ardahan, Batum Rusya’ya
verilip, Karadağ ve Sırbistan’ın istiklalleri kabul edilecekti. Ayrıca Osmanlı
Devleti, Rusya’ya 245 milyon Osmanlı altını harb tazminatı verecekti.
Sultan Abdülhamid Han devleti için çok tehlikeli olan bu
antlaşmayı kabul etmedi. Diğer taraftan Hind yolunun tehlikeye girdiğini gören
İngiltere de, Paris Antlaşmasını ihlal ettiği iddiasıyla Ayastefenos
Antlaşmasının milletlerarası bir konferansta gözden geçirilmesini istedi. Ayrıca
İngiltere toplanacak olan bu konferansta Osmanlı Devletini desteklemek vadi ile
bazı tavizler kopardı. Kıbrıs’ın idaresinin geçici olarak İngiltere’ye
bırakıldığı antlaşma, 4 Haziran 1878’de imzalandı. Sultan Abdülhamid Han
hükumetin bir oldu bitti ile imzaladığı bu antlaşmayı kabul etmemek için çok
direndi. İngilizler askeri tehditte bulundular. Bunun üzerine Padişah, Kıbrıs’ta
hükümranlık haklarına asla zarar verilmeyeceği konusunda İngilizlerden bir belge
almak suretiyle antlaşmayı onayladı. Buna rağmen İngiltere 13 Temmuz 1878’de
imzalanan Berlin Muahedesinde Osmanlılara vaad ettiği desteği vermedi. Her ne
kadar Berlin muahedesi ile daha önce kaybedilen bazı topraklar geri alındı ise
de Osmanlılar ümid ettikleri sonuca ulaşamadılar. Çünkü Kıbrıs’ın İngiltere’ye
bırakılmış olması diğer devletlerin de bu konudaki faaliyetlerini arttırdı.
İngiltere’nin teşvikiyle Bosna-Hersek’in idaresi Avusturya’ya bırakıldı. 1881’de
Fransa Tunus’a, ertesi yıl İngiltere Mısır’a bir oldu bitti ile el koydular.
Bulgarlar da 1885’te Doğu Rumeli eyaletini işgal ettiler.
Sultan Abdülhamid Hanın tahta çıktığı iki yıl içinde gelişen feci
olaylarda padişahın sorumluluğu yok denecek kadar azdı. Çünkü bu sırada Osmanlı
dış siyasetine yön veren devlet adamları yabancı diplomatların tesirinden
çıkamıyorlardı. Devletin yüksek menfaatlerini bir kenara iterek yabancı
devletlerin çıkarlarına alet olmuşlardı. Bu yanlış tutum dolayısıyla devletin
dış itibarı sarsılmış, İstanbul ve Berlin kongrelerinde devlet adamları hakaret
derecesine varan muameleye maruz kalmışlardı. Bu sebeple milletlerarası
politikada devletin bağımsızlık ve toprak bütünlüğünü savunmayı birinci hedef
gören Sultan Abdülhamid Han, hükümet üyelerinden bu hususta raporlar istedi.
Ayrıca son yüz yıldır Osmanlı Devletinin başına gelen felaketlerin dış
devletlerin piyonu olmuş Osmanlı devlet adamlarının basiretsiz tutumlarından
kaynaklandığını anlayan ve Hüseyin Avni Paşa gibi İngilizlerden para bile
alanları gören Padişah, devlet hizmetinde çalışanları kontrol etmek üzere
kuvvetli bir istihbarat teşkilatı kurdu. Nitekim Sultan Abdülhamid de bu
teşkilatı; "Vatandaşı değil, hazineden maaş aldıkları, Osmanlı nimetiyle
gırtlaklarına kadar dolu olduklar halde devletine ihanet edenleri tanımak ve
takib etmek için" kurduğunu belirtmektedir.
Gerçekten de Sultan Abdülhamid’in bu tedbirleri almasındaki isabeti çok geçmeden
görüldü. İngiliz taraftarı olup devletin ancak İngiliz yardımı ile
kurtulabileceğine inanan Ali Suavi, Galatasaray Lisesi Müdürlüğünden
azledilmesini hazmedemeyerek Çırağan Sarayına bir baskın düzenledi. Ali
Süavi’nin hedefi, Sultan Abdülhamid Hanı saltanattan düşürmek ve yerine Beşinci
Murad’ı tekrar padişah yapmaktı. Fakat Beşiktaş Zaptiye Amiri Hasan Paşa, kısa
sürede isyanı bastırdı. Çıkan vuruşma sırasında Ali Suavi öldürüldü (20 Mayıs
1878).
Sultan Abdülhamid Han, amcası
Sultan Abdülaziz’i şehid ettiren Midhat Paşa ve arkadaşlarının yargılanması için
27 Haziran 1881’de Yıldız Mahkemesini kurdurdu. Bu sırada suçluluğun verdiği bir
duygu ile mahkemeye çıkmaktan korkan Midhat Paşa, İzmir’de Fransız
Konsolosluğuna sığındı. Fransızlar, Midhat Paşayı teslim etmek istemedilerse de
Padişah’ın sert direktifi karşısında duramayıp teslime mecbur kaldılar. Nitekim
mahkeme sonucunda da suçlu görülen Midhat Paşa ve arkadaşları idama mahkum
edildiler ise de, Padişah verilen cezaları müebbed hapse çevirdi.
Öte yandan devletin toparlanabilmesi için zamana ihtiyaç
olduğuna inanan Abdülhamid Han, bilhassa savaşlardan kaçınma yoluna gitti. O,
savaşlardan zaferle sona erenlerin dahi milleti yorup bitirdiği görüşündeydi.
Saltanatı müddetince daima idareli davrandı. Devletin pekçok ihtiyaçlarını
hazineden para almak yerine kendi kesesinden karşıladı. Padişah öncelikle
devleti ekonomik alanda düştüğü borç bataklığından kurtarmak istiyordu. Alacaklı
devletlerin başında İngiltere ve Fransa geliyordu. Rusya da, Berlin Muahedesine
göre tazminat alacaklısı durumundaydı. Padişah, 20 Aralık 1881’de yayınlanan
Muharrem Kararnamesiyle borçların ödenebilmesi için yeni bir formül buldu. Bu
kararnameye göre devletin tütün, damga pulu, tuz, ipek, balık ve sigara
tekelleri ile bazı imtiyazlı eyaletlerin maktu vergileri bu iş için kurulan
Duyun-i Umumiye teşkilatına bırakılıyordu. Bu suretle İngiltere ve Fransa başta
olmak üzere alacaklılar verdikleri borçları muntazam bir şekilde tahsil
edebileceklerdi. Bunun karşılığında 278 milyon borcun 161 milyonu, yani
yarısından fazlası Türkiye lehine siliniyordu. Alacaklılar alacaklarını belirli
şekilde tahsil edebilecekleri için memnundular. Meselenin bu şekilde halli ve
Osmanlı Devletinin üzerinden ekonomik baskının kalkması Sultan Abdülhamid’in
büyük başarılarından biri oldu.
Osmanlı Devletine
hasta adam gözü ile bakıldığı ve paylaşma hesapları yapıldığı bir devrede başa
geçen Sultan Abdülhamid Hanın, devletin idaresini bizzat eline aldığı 1878’den
sonraki dış siyaseti dahiyane bir mahiyet arz etmektedir. Padişah’ın dış
siyaseti prensip itibariyle basit fakat uygulaması bakımından zordu. O,
dünyadaki politik gelişmeleri yakından takip etmek üzere sarayda bir çeşit bilgi
merkezi kurdu. Osmanlı ülkesiyle ilgili bütün dünyada çıkan yazılar ve dış
temsilciliklerden Padişah’a gelen raporlar burada toplanır ve değerlendirilirdi.
Abdülhamid Han, zaman zaman önemli gördüğü meselelerde yerli ve yabancı ilim
adamlarından dış politika konusunda bilgi alırdı. Padişah’ın dış politikada
hedefi Osmanlı Devletini savaştan uzak, barış içinde yaşatmak ve her bakımdan
güçlü bir hale getirmekti. Devletler arası rekabetin Osmanlı Devleti üzerinde
yoğunlaştığı bir devirde böyle bir siyaseti uygulamak gerçekten zordu. Padişah
bilhassa Avrupa devletlerinin Türkiye üzerinde birbirleriyle çatışan çıkar ve
ihtiraslarından faydalanmaya çalıştı. Bu sebeple milletler arası şartlar
değiştikçe onun siyaseti de değişiyordu.
Sultan
Abdülhamid Hanın İslam dünyasındaki itibarı pek fazlaydı. Doğu Türkistan ve Orta
Afrika’daki Sultanlıklar bile onun adına hutbe okutup, para bastırıyor ve ona
tabi oluyorlardı. Padişah’ın, Almanya İmparatoru ve Prusya Kralı İkinci Wilhelm
ile şahsi dostluğu vardı. Avusturya ve Macaristan ile dostluk kurulmuş olup,
İtalya ile münasebetler iyiydi. Sırbistan ve Romanya etkisizdi. Karadağ ve
Bulgaristan prensleri ise, Padişah’a bağlıydılar. Yanya ve Girid vilayetlerine
göz diken ve Osmanlı hududunda tecavüzkar faaliyetlerde bulunan Yunanistan’a
ise, 18 Nisan 1897’de harp ilan edildi. Büyük devletler işe karışmadan
Yunanistan’ın işini bitirmek isteyen Sultan Abdülhamid, başkumandan Edhem Paşaya
yıldırım savaşı istediğini bildirdi. Avrupalıların altı ayda geçilemez dedikleri
Tırhala-Çatalca hattını bir kaç günde aşan Osmanlı birlikleri, Dömeke önlerinde
Yunan ordusunu büyük bir bozguna uğrattılar. Artık Atina’ya 150 km kalmış ve yol
açılmıştı. Ancak Yunanistan’ın Osmanlılar eline geçeceğini anlayan Rusya başta
olmak üzere Avrupa devletleri, Sultan Abdülhamid’den harbin durdurulmasını rica
ettiler. Babıali 10 milyon altın savaş tazminatı ve işgal edilmiş olan
Teselya’nın teslimi karşılığında mütarekeye hazır olduğunu bildirdi. Ancak
mütareke sırasında işe karışan Avrupa devletleri tazminatın 4 milyon altına
indirilmesini ve Türkiye’nin küçük bazı toprak parçaları ile yetinmesini
sağladılar. Böylece Osmanlı Devleti, bütün hıristiyan devletlerin bir araya
gelmeleri neticesinde, zaferle çıkmış olduğu bir harbin bile faydasını göremedi.
Fakat Yunanlılar önemli ölçüde ezilmiş oldu.
Anadolu'yu Ermenistan olarak görmek
isteyen Fransız yazar Albert Vandal, bu Türk Hakanına "Le Sultan Rouge=Kızıl
Sultan" diyerek iftiralar yağdırdı. Ne yazık ki bu satırlar Osmanlı ülkesindeki
İslamiyet ve Türklük düşmanları tarafından da aynen alınarak Padişah'a karşı
kullanıldı. Günümüzde dahi bazı gafiller bu iftiraları eserlerine koyarak genç
nesilleri aldatmaktadır.
Sultan Abdülhamid Hanın
kabul etmediği ve sonuna kadar direttiği önemli konulardan birisi de Filistin
meselesiydi. Siyonistler, Filistin’de bir Yahudi devleti kurulması için Sultan
Abdülhamid’e başvurdular ve Osmanlı maliyesinin en büyük problemi olan dış
borçların bir kalemde silineceğini bildirdiler. Padişah bu teklifi şiddetle
reddettiği gibi, Yahudilerin çeşitli yollarla Filistin’e gelip yerleşmelerine
engel olacak tedbirleri de aldı.
Bu arada
İngilizlerin Arabistan’da Cemaleddin Efgäni ve meşhur casus Lawrens yolu ile
hilafet meselesini kurcalamaya başlamaları üzerine, Sultan Abdülhamid de bölgeye
büyük bir derviş kafilesi gönderdi. Aynı şekilde bir kafileyi de Hindistan’a
gönderen Padişah, böylece İngilizlerin propagandalarını etkisiz kılmaya çalıştı.
Padişah’ın bu faaliyetleri üzerine İngilizler onu saltanattan uzaklaştırmadıkça
emellerine kavuşamıyacaklarını anladılar. Bunun için İttihad ve Terakki
Cemiyetinin faaliyetlerine hız verdirdiler. Başta Adana olmak üzere memleketin
çeşitli yerlerinde isyanlar çıkardılar. Neticede İttihad ve Terakki Partisine
mensup bazı Türk subayları, Padişah’ı, Kanun-i Esasi’yi ilan etmeye zorladılar.
İkinci Abdülhamid Han da 23 Temmuz 1908’de anayasayı tekrar yürürlüğe koyduğunu
ilan etti. İkinci Meşrutiyet adı verilen bu olay, beklenenin aksine Osmanlı
Devletinin dağılmasını daha da hızlandırdı. Avusturya-Macaristan imparatorluğu
1908’de Bosna-Hersek’i işgal ettiğini bildirdi. Aynı gün Bulgaristan
bağımsızlığını ilan etti. Bir gün sonra da Girit Yunanistan’a katıldığını
açıkladı. Bu olaylar cereyan ederken 17 Aralık 1908’de yeni seçilen Meclis-i
Meb’usan toplandı. En azılı Osmanlı düşmanları dahi mebus seçilerek meclise
girmişti. Mecliste Osmanlı düşmanları daha etkiliydi.
Meşrutiyete göre Sultan, sadece sadrazam ile şeyhülislamı seçebiliyordu.
Sadrazam da nazırları seçiyor, kabine güven oyu alırsa çalışıyor, meclis
istediği zaman hükümeti düşürebiliyordu. Neticede devletin idaresi ehliyetsiz,
tecrübesiz ellere geçti. Böylece çeşitli din, dil ve ırka mensup meb’usların
hepsi Osmanlı Devletinden ayrılarak istiklallerini ilan etmek için her türlü
gayr-i meşru vasıtalara başvuruyorlardı. Binlerce Müslümanın kanına giren Yunan,
Sırp, Bulgar ve Ermeni çeteleri için umumi af ilan edildi. Osmanlı Devletinden
kaçan ne kadar isyancı varsa, hepsine yeniden kapılar açıldı ve bunlar
İstanbul’a geldiler. İngilizler, Ruslar ve diğer hıristiyan devletler,
azınlıklara el altından bol miktarda silah gönderdiler.
İttihad ve Terakki Cemiyeti liderleri, yaptıkları acemi siyasetleri ile
ortalığı birbirine karıştırmışlardı. Yapacakları icraatlarda kendilerine destek
olması için, Selanik’ten avcı taburlarını getirerek taş kışlaya yerleştirdiler.
Kendilerine karşı olanları çekinmeden öldürüyorlar, memlekette terör havası
estiriyorlardı. Kısa zamanda halkın huzuru kaçtı. İttihatçılar lanetle anılmaya
başlandı. Yine bunların baskısıyla hükumet alaylı subayları ordudan çıkarttı. Bu
sırada bazı gazeteler, İttihatçılara karşı halkın dini duygularını galeyana
getiren neşriyat yaparak, halkı ve orduyu isyana teşvik ediyordu. Rumi 31 Mart
günü dördüncü avcı taburuna bağlı askerler gece yarısı isyan ederek subaylarını
hapsettiler. Padişah Abdülhamid Han, isyanı Hüseyin Hilmi Paşanın gönderdiği bir
telgraf sonucu öğrendi. İsyancılar sadrazamın azledilmesini, görevden alınan
alaylı subayların tekrar orduya alınmasını istiyorlardı. Bunun üzerine Hüseyin
Hilmi Paşayı sadrazamlıktan azl ederek yerine Tevfik Paşayı getirdi ve Müşir
Edhem Paşayı da harbiye nazırı yaptı. Mabeyn başkatibi ile isyancılara isyandan
vazgeçtikleri takdirde affedildiklerine dair bir hatt-ı hümayun gönderdi. Bunun
üzerine isyan bir mikdar yatıştı. Ancak, ertesi gün yine alevlendi.
İsyanın Rumeli’deki yankısı büyük oldu. Hadisenin kim
tarafından hazırlandığı belli olmadığı için, Sultan boy hedefi oldu. Üçüncü ordu
ile gönüllü Bulgar müfrezesi ve Sırp, Yunan, yahudi, Arnavut çetecilerden
müteşekkil bir ordu kurularak İstanbul’a sevk edildi.
Mevcudu on beş bine varan Hareket Ordusu, 24 Nisan’da Topkapı ve
Edirnekapı’dan şehre girerek yol üzerindeki askeri karakolları teslim aldı ve
Harbiye Nezaretini işgal etti. Taksim kışlası ile Taşkışla’daki mukavemet,
şiddetli top ateşi karşısında kırıldı. Bu arada Yıldız Sarayının işgali
sırasında Sultan Abdülhamid Han kendisine sadık olan Birinci ordu ile, Hareket
ordusuna karşı konulması hususunda yapılan teklifleri kabul etmeyerek;
"Müslümanların halifesi olduğunu ve Müslümanı Müslümana kırdıramayacağını"
söyledi. Eğer ülkenin en mükemmel ordusu olan Birinci Orduya, karşı koyma emri
verilseydi, derme çatma olan Hareket ordusu bir anda dağıtılabilirdi. Padişah’ın
emrine boyun eğen askerler silahların teslim edince, 25 Nisan günü Hareket
Ordusu İstanbul’a hakim oldu. Mahmud Şevket Paşa, sıkıyönetim ilan ederek suçlu
suçsuz bir çok insanı idam ettirdi. Yüzlerce Balkan çetesiyle saraya girerek
kıymetli eşyaları yağmaladı. İttihad ve Terakki hakimiyetini devam ettirmek için
İstanbul’da terör havası estirmeye başladı.
27
Nisan 1909 günü Ayan ve Mebuslar meclisi toplandı. Ayan’dan Gazi Ahmed Muhtar
Paşa, kürsüye gelerek, önceden kararlaştırıldığı gibi Padişah’ın hal’ edilmesini
teklif etmişti. Bu teklif kabul edildikten sonra, yine Gazi Ahmet Muhtar Paşa,
hal’ kararının bir fetvaya istinad ettirilmesi lüzumuna işaret etmişti. Hal’
fetvasının ilk müsveddesini mebuslardan Elmalılı Hamdi Yazır hoca yazmıştı.
Fetvada Sultan Abdülhamid Hana 31 Mart İsyanına sebeb olmak, din kitaplarını
tahrif etmek ve yakmak, devletin hazinesini israf etmek, insanları suçsuz
oldukları halde idam ettirmek... gibi asılsız suçlar yükleniyordu. Fetva emini
Hacı Nuri Efendi bu suçlamaların iftira olduğunu ileri sürerek fetvayı
imzalamadı. Ancak Meclis, bu fetva gereği Sultan’ı hal’ kararı aldı.
Nihayet, hal’ kararını Padişah’a tebliğ için, Ayan ve
Mebusanı temsilen bir heyet seçilmiş ve Yıldız Sarayına gönderilmişti.
Sultan Abdülhamid Hana hal’ini tebliğ için Yıldız’a
gönderilen heyetin teşekkül tarzı ise, Türk tarihinin en yüz kızartıcı
hadiselerinden birisi oldu. Bütün Osmanlı tebeasını temsil etmesi gerektiği
iddiası ile teşekkül olunan hey’ette tek bir Türk yoktu. Bunlar; Yahudi Emanuel
Karasso, Arnavut Esat Toptani, Ermeni Aram Efendi ve Padişah’ın uzun seneler
yaverliğini yapmış olan katışık soydan Arif Hikmet Paşa idiler. Padişah, hal’
kararını tebliğe gelenlerin kimler olduğunu, mabeyn başkatibi Cevad Beye sorup
öğrenince; "Bir Türk padişahına, İslam halifesine hal’ kararını bildirmek için
bir Yahudi, bir Ermeni, bir Arnavut ve bir nankörden başkasını bulamadılar mı?!"
demekten kendini alamadı.
İttihatçılar, o gece
(27 Nisan 1909) Sultan Abdülhamid Hanı İstanbul’dan çıkararak, kontrol altında
tutabilecekleri Selanik’e naklettiler.
Bu sırada
hiçbir şeyini almasına izin verilmedi. Padişah’a yolculuğunda üç kızı ile
oğullarının ikisi refakat etti. Selanik’te Alatini Köşkü kendisine tahsis
edildi. Burada çok sıkı bir nezaret içinde acıklı yıllar geçirdi. Gazete
okumasına dahi izin verilmedi.
Sultan Abdülhamid
Han, Selanik’te üç yıldan fazla kaldı. Yunanistan’ın Osmanlı Devletine harb ilan
etmesi üzerine, Büyük kabine denilen Gazi Ahmed Muhtar Paşa kabinesi, Sultan
Abdülhamid Han’ın Selanik’te muhafazası zorlaşacağından, İstanbul’a
nakledilmesini kararlaştırdı. Sultan Reşad da bu kararı tasdik etti.
Sultan
Abdülhamid Han, Beylerbeyi Sarayında beş buçuk yıl yaşadı. Bu müddet zarfında,
otuz üç yıl dahiyane bir denge siyaseti ile harp riskine sokmadan ayakta tutmaya
çalıştığı devletin bir oldu bittiye getirilerek harb-ı umumi felaketine
sürüklendiğine şahid oldu.
İngilizler ile
Fransızların Çanakkale Boğazını zorladıkları günlerdi. Boğaz istihkamlarının
dayanamayacağı ve düşman donanmasının Marmara Denizine geçebileceğinden endişe
edildiği için bir tedbir olarak padişahın ve hükumetin Eskişehir’e nakli
kararlaştırılmıştı. Durum Abdülhamid Hana bildirilince; "Ben Fatih’in torunuyum.
Hiçbir vakit Bizans İmparatoru Kostantin’den aşağı kalamam. Dedem İstanbul’u
alırken, Kostantin askerinin başında savaşa savaşa ölmüştür. Biraderim nereye
giderse gitsinler. Fakat o ve hükumet, İstanbul’dan ayrılırlarsa bir daha
dönemezler. Bana gelince; ben Beylerbeyi Sarayından ayağımı dışarıya atmam!"
diye cevab verdi. Onun bu kararlılığı karşısında hükumet İstanbul’da kaldı.
Böylece devletin daha o gün yıkılmasını önlemiş oldu.
Abdülhamid Han, Harb-ı Umuminin sonuna yaklaşıldığı 1918 yılının Şubat
ayı başında hastalandı. Yetmiş yedi yaşındaydı. Şiddetli bir nezleye tutulmuş,
yaşlılığından dolayı yatağa düşmüştü. 10 Şubat 1918 günü akşamı vefat etti ve
Çemberlitaş’taki Sultan Mahmud türbesine defnedildi.
Sultan Abdülhamid’i tahttan indiren paşalar ise sonunda, memleketi düşman
çizmeleri altında bırakarak kaçtılar. İlk olarak Enver Paşa, Talat Paşa, Doktor
Behaeddin Şakir, Doktor Nazım, 30 Ekim 1918’de Mondros Antlaşmasını imza
ettikten sonra, gece yarısı ülkeyi terkettiler. Talat Paşa, 1921’de kırk dokuz
yaşında Berlin’de, Enver Paşa 1922’de kırk yaşında Türkistan’da, Cemal Paşa da
1922’de elli yaşında Tiflis’te öldürüldüler.
Sultan Abdülhamid zamanında: Her vilayette mektepler, hastaneler, yollar,
çeşmeler, yapıldı. Viyana’dan başka bir yerde eşi bulunmayan modern bir tıp
fakültesi açıldı. 1876’da Mekteb-i Mülkiyeyi yaptırdığı gibi 1879’da da bir müze
yaptırdı. 1880’de Hukuk Mektebi ve Divan-ı Muhasebatı (Sayıştay) kurdu. Beyoğlu
Kadın Hastanesini yaptırdı. 1881’de Güzel Sanatlar Akademisi, 1883’te Yüksek
Ticaret Mektebi, 1884’te Yüksek Mühendis Mektebi ve Yatılı Kız Lisesi açıldı.
1886’da Terkos Suyunu İstanbul’a getirtti ve Mülkiye Lisesini açtı. 1887’de
Alman İmparatoru İstanbul’a geldiğinde, Sultan Ahmed Meydanında Alman Çeşmesi
yapıldı. 1889’da Bursa’da İpekçilik Mektebini yaptırdı. 1891’de Halkalı Ziraat
ve Baytar Mektebi ile Kağıthane’de bir poligon kurdurdu. 1890’da Bursa
demiryolunu ve Aşiret Mektebini yaptırdı. 1891’de Üsküdar Lisesi ve Rüşdiyye
Mektebleri ve yeni postane binası ve Osmanlı Bankası ile reji binalarını ve
Yafa-Kudüs demiryolu ile Ankara demiryolu yapıldı. Yine 1892’de Hamidiye Kağıt
Fabrikası, Kadıköy Havagazı Fabrikası ve Beyrut Limanı Rıhtımını yaptırdı.
1893’te Osmanlı sigorta şirketi, Küçüksu Barajı ve Manastır-Selanik demiryolu
yapıldı. 1894’te Şam-Horan demiryolu ve Eskişehir-Kütahya demiryolu yapıldı.
Yine 1894’te Hamidiye Yüksek Ticaret Mektebi ve Galata-Tophane Rıhtımı,
Dolmabahçe Saat Kulesi inşa edildi. 1895’te Beyrut-Şam demiryolu, Darülaceze
binası, mum fabrikası, Afyon-Konya demiryolu, Sakız Limanı Rıhtımı, şimdiki
İstanbul Lisesi binası, İstanbul-Selanik demiryolu yapıldı. Ereğli kömür
ocakları çalıştırıldı. 1896’da Tuna Nehrinde Demirkapı Kanalını, Kapalıçarşı
tamirini yaptırdı. Akıl Hastanesini, 1900’de Medine-i münevvereye kadar telgraf
hattı yaptırdı. 1902’de Hamidiye Hicaz demiryolu Zerka’ya kadar işledi.
Kağıthane’deki Hamidiye suyu İstanbul’a getirildi. Yeni balıkhane, Haydarpaşa
Rıhtımı, Maden Arama Mektebi, Şam’da Tıbbiye-i Mülkiye yapıldı. Haydarpaşa’da
1903’te Askeri Tıbbiye Mekteb-i Şahanesi, 1904’te Dilsiz ve Sağırlar Mektebi
açıldı. 1904’te Bingazi’ye telgraf hattı yapıldı. 1905’te İstanbul-Köstence
kablosu döşendi. Haydarpaşa İstasyon Binası yapıldı. Beşiktaş Tepesindeki Yıldız
Sarayı ve önündeki camiyi yaptırdı. Velhasıl Avrupa’da yapılan yeniliklerin
hepsini en modern şekilde yurdumuzda yaptırdı.
1310 [m. 1892] senesi
sâlnâme-i Bahrî, ya’nî takvîmi, Osmânlı donanmasını uzun anlatmakdadır. 175. ci
sahîfesinde, 18 aded zırhlı harb gemisinden herbirinin ismi, tonilatosu, tûlü,
arzı, zırh kalınlığı, çekdiği su mikdârı, pervâne adedi, makinanın beygir
kuvveti, ateşli silâhları, torpido kovanı, vazîfeye başladığı târîh, sür’ati ve
aldığı kömür mikdârları yazılıdır. Meselâ, Hamîdiyye fırkateyn harb gemisi için
bunların: 6700,292 kadem, 9 fus ve 55 kadem, 7 fus, 10 fus ve 24 kadem, 1
pervâne, 6800 beygir kuvveti, 10 ve 15 cm.lik 4 Krup ve bir 300 librelik ağızdan
dolma ve 6 Armstrong ve 7 küçük top ve 1 Nordenfeld ve 1 Roket, 2 torpido kovanı
bulunduğu, 1301 [m. 1883] de vazîfeye başladığı, sür’atinin 13 mil olduğu, 600
ton kömür aldığı bildirilmekdedir. Zırhsız harb gemisi 40 adet, torpido
stimbotu, birinci sınıf 13, ikinci sınıf 7, üçüncü sınıf 1, tahtelbahr [deniz
altı] 2 dir. Bunlarda çalışan yüzlerce deniz subayının rütbeleri ve ismleri de
yazılıdır. Sultân İkinci Abdülhamîd Hânın donanmayı Halice çekdirerek eskimesine
sebeb olduğuna dâir insafsız sözlerin sâhibleri bu yazımızı insâfla okumalı ve
tevbe etmelidirler.
Haydar Pâşa tıb fakültesi,
Viyana tıb fakültesinden sonra Avrupada en ileri idi. Her bölümün
laboratuvarları en yeni âlet ve makinalarla techîz edilmişdi. 1931 senesinde, bu
fakültede okuyanlar, Histoloji laboratuvarında her talebe için birer mikroskop
bulunduğunu, her mikroskop üzerinde sultân Abdülhamîd hânın tuğrası, ya’nî ismi
oyma olarak yazılı olduğunu söylemişlerdir. Avrupadan getirilen seçme
profesörlerin yetişdirdikleri asistan ve doçentler ve hocalar, gençlere en
modern tıb bilgilerini veriyorlar. Değerli mütehassıslar yetişiyordu.
Kolağası kimyâger Cevad Tahsin beğin 1321 de (Mekteb-i
tıbbiyyeyi şâhâne matba’ası)nda basdırdığı kimyâ kitâbı, bugünkü yeni bilgileri
ve analiz usûllerini bütün incelikleriyle yazmakdadır. Miralay Mehmet Şâkir
beğin 1319 da basılan (Dürûs-i Hayât-i Beşeriyye) kitâbındaki, modern tıb
bilgilerini görenler ve tıb fakültesinde hijyen profesörü Muhammed Fahri beğin
1324 de basılan (İt’âm ve Tağdiyye) kitâbındaki tıb bilgilerini okuyanlar ve tıb
fakültesinde kimyâ muallimi olan tabib kolağası Vasil Neun beğin 1312 de basılan
(İlm-i Kimyâyı Tıbbî) kitâbını ve yine o sene Mısrda basılan (Hulâsatül Kavl fî
tahlîlil-bevl) kitâbını okuyanlar ve mekteb-i tıbbiyyeyi şâhâne botanik muallimi
tabib Şerefeddîn beğin 1305 senesinden beri talebenin ellerinden düşmeyen (ilm-i
nebâtât) kitâbını okuyanlar ve mekteb-i mülkiyeyi şâhâne ve hendese-hâne fizik
muallimi Sâlih Zeki beğin (Hikmet-i tabî’iyye) kitâbını ve bunlar gibi nice
kıymetli kitâbları görenler, Sultân ikinci Abdülhamîd hân zemânında çok değerli
mütehassıs doktorların ve fen adamlarının yetişdirildiğini tasdîka mecbûr
kalmakdadır.
Sultân ikinci
Abdülhamîd hân memleketin her köşesinde aynı şekl ve değerde liseler yapdırdı.
1950 senesinde Bursa askerî lisesinin kumandanı, Bursa erkek lisesini ziyârete
gitmişdi. Lise müdîri kimyâger Rıfat beğe, (okulun en iyi odasını kendinize
ayırmışsınız. Böyle haksızlık olur mu?) dedi. Rıfat beğ, (Bu mektebin her odası
böyle güzel, havadar ve hoşdur. Ben Manastırda bu binâda okudum. Sultân
Abdülhamîd hân, büyük şehrlerde hep aynı binâları, aynı güzellikle ve aynı
metânet ile yapdırmışdır. Bu binânın ta’mîre ihtiyâcı hiç olmadı. Hâlbuki,
karşımızda geçen sene yapılan ticâret lisesinin bu sene dıvarları çatladı. Şimdi
ta’mîr ediliyor) dedi, târihî birçok bilgiler verdi. Ankarada, Yenişehr
istasyonundaki kayaların üstünde (Ankara lisesi) de Bursadaki lisenin aynı
idi.
Ankara vâlîlerinden Âbidîn pâşa,
Elmadağından Ankaraya tatlı su getirmek için halkdan para toplamışdı. İşe
başlamak için halîfeden izn istedi. İkinci Abdülhamîd hân, vâlîye gönderdiği
cevâbda, (Susuzlara su vermek çok sevâbdır. Dînimizin emrlerinden biridir. Bu
vazîfe ve şeref bana âiddir. Topladığın paraların hepsini sâhiblerine geri ver.
Bütün masrafı hazîne-i şâhânemden olmak üzere hemen işe başla. Milletimi iyi
suya kavuşdur!) dedi. Az zemân içinde Ankaralılar tatlı suya
kavuşduruldu.
Sultân ikinci Abdülhamîd hânın
Osmânlı devletini her bakımdan ilerletmesi, güçlendirmesi, islâm düşmânlarının
ve en başta İngilizlerin harekete geçmesine sebeb oldu. 1308 [m. 1890] senesinde
politik ve masonik feâliyete geçdiler. Birkaç harbiye ve tıbbiye talebesi
tarafından (İttihâd ve terakkî cem’iyyeti) kuruldu. Yedi sene sonra, haber
alınarak dağıtıldı. Birkaç üyesi Parisde çalışmalarına devâm etdi. Halîfe, mit
başkanı Orgeneral Ahmed Celâleddîn pâşayı Parise gönderdi. Nasîhatleri te’sîr
ederek üyelerden çoğu tevbe etdiler. Ancak Ahmed Rıza beğ ve birkaç arkadaşı
nasîhat dinlemediler. Haçlı kuvvetler tarafından yağdırılan paralarla daldıkları
lüks hayâtdan, kadınlı, içkili sefâhet âleminden ayrılmak istemediler. Hele
Ahmed Rıza beğ, parlamento başkanlığına getirileceği va’dinin sevinci ve
serhoşluğu içinde, türk düşmânlarının kuklası hâline gelmişdi. Halîfeye karşı
basın propagandasına başladılar. 1326 [m. 1908] senesinde ikinci meşrûtiyyetin
i’lânına ve bir sene sonra da, Halîfenin tahtdan indirilmesine sebeb oldular.
Sonradan arkadaşları, bunu kıskanarak kendisini Millet meclisi başkanlığından
atdılar. Onların düşmânı hâline geldi. Cumhuriyet gazetesinde, yayınlanan
hâtırâtında, vaktiyle küfrler etdiği ikinci Abdülhamîd hânı, överek ve pişmân
olduğunu bildirerek öldü.
Aynı hâl, sultân ikinci
Abdülhamîd hânı, tahtdan indiren Tâlat, Enver ve Cemâl pâşalarda da tecellî
etdi. Onun büyüklüğünü anlayamadıklarını i’tirâf edip, hayâtlarını hüsrânla
bitirdiler. 1326 [m. 1908] senesinde devlet idâresini ellerine geçiren gençler,
câhil, tecrübesiz, dünyâ ve memleket şartlarından gâfil, gözü kapalı adamlardı.
Kimi, telgraf memûru iken başbakan oldu. Kimi yarbay iken otuzüç yaşında harbiye
nâzırı ve başkumandan vekîli, kimi jandarma teğmeni iken dâhiliye nâzırı oldu.
İttihâd ve terakkîcilerin zulm ve işkencelerinin ve bunun kanlı olmasının,
sultân Abdülhamîd devrini aratmış olduğunda bütün târîhciler birleşmekdedirler.
İttihâd ve terakkî cem’iyyeti, Türkiyede kötü bir particilik hayâtının
başlamasına, bölücülüğe yol açdı. Particiler, birbirlerine düşmân gibi oldular.
Bu yüzden balkan harbi ve birinci cihân harbi gayb edildi. Nihâyet imperatorluk
parçalandı.
Sultân ikinci Abdülhamîd hânın
tahtdan indirilmesi ile din işlerine de fesâd karışdı. İttihâd ve terakkî
fırkasına kaydlı olan câhiller, hattâ masonlar, din işlerinde yüksek mevki’lere
getirildi. İlk iş olarak, sultân Abdülhamîd hânın son şeyh-ül-islâmı Muhammed
Ziyâ-üd-dîn efendi, vazîfesinden alındı. Bu yüksek makama 1328 [m. 1910] da Mûsâ
Kâzım efendi getirildi. Bu zât, koyu ittihâdcı ve mason idi. Bunun gibi,
islâmiyyete uymıyan hareketlerinden ve sapık yazılarından dolayı ikinci
Abdülhamîd hân tarafından nefy edilmiş, Iraka ve Fizana sürülmüş olan bölücü
kimseler, İstanbula getirilip, kendilerine din işlerinde vazîfeler verildi. Bu
câhil ve partizan kimseler, bozuk, sapık din kitâblarının yazılmasına,
yayılmasına, önayak oldular. Abdülhamîd hân zemânında yazılan din kitâbları, bir
ilm hey’eti tarafından tedkîk edilirdi. Tasdîk edilip, izn verilenler
basdırıldı. Böylece, o târîhlerde basılan din kitâblarına güvenilir. 1327 [m.
1909] den sonra din kitâbları salâhiyyetli âlimler tarafından kontrol edilmez
oldu. Bu kitâblardan, ancak vesîkalar vererek, yazılanlara güvenilir. Ne
oldukları belirsiz kimselerin ve şî’îlere, vehhâbîlere satılmış olan mezhebsiz
din adamlarının yazdıkları bozuk kitâbları okuyan müslimân yavruları, temiz
gençler, dîni yanlış öğrendiler. Böyle câhil yetişdirilen müslimânlardan
ba’zıları, siyâset canbazlarının tuzaklarına düşdüler. Kendi partilerinden
olmıyanlara kâfir diyecek kadar taşkınlık yapanları oldu. Müslimânlar arasındaki
bu fitne, islâm düşmânlarının işlerine yaradı. İngilizlerin (İslâmiyyeti yok
etmek) plânlarının gerçekleşmesini kolaylaşdırdı. İşte bunun için, Allahü teâlâ,
müslimânların bölünmelerini yasak etmiş, kardeş olduklarını bildirmiş,
sevişmelerini, vatan düşmânlarına karşı birleşerek kuvvetli olmalarını emr
etmişdir. (Birleşmemiz kâfirleri korkutur ve Allahın yardım etmesine sebeb olur.
Tefrikaya düşmemiz kâfirleri sevindirir ve Allahın gadabına uğramamıza sebeb
olur) nasîhati, her müslimânın kalbine işlenmiş olmalıdır.