VAHİDEDDÎN
HAN; Mütârekeye imzâ koyan delegeler, 10
Kasım 1918’de saraya arz-ı tâzim için geldiklerinde pâdişâh bunları kabul
etmedi. Mütârekeden hemen sonra Osmanlıları Birinci Dünyâ Savaşına sokan Talât,
Enver ve Cemâl Paşalar 3 Kasımda yurt dışına kaçtılar. 24 Kasım 1918’de Pâdişâh
Daily Mail Gazetesi muhâbirine beyânat verdi. Daha sonra Times Gazetesi’nde de
yayınlanan bu beyânatta, Osmanlıların Dünyâ Savaşına girmeleri sorumluluğunu
İttihat ve Terakki Fırkasına yüklüyor, bu sûretle felâkete onları sebep
gösteriyordu. Bu beyânatında: "Osmanlı Devletinin harbe katılması âdetâ bir kazâ
neticesidir. Eğer siyâsî vaziyetimizle coğrafî durumumuz ve millî menfaatlarımız
ciddî sûrette nazarı dikkate alınsaydı, vukû bulan teşebbüsün aslâ mâkul
olmadığı açıkça anlaşılırdı. Maalesef o zamanki hükûmetin basiretsizliği bizi bu
bâdireye sürükledi ve felâketimize sebep oldu. Eğer ben Makam-ı saltanatta
bulunsaydım, bu elim vak’a katiyyen husûle gelmezdi." demiştir. İşgâl altındaki İstanbul’dan
vatanın kurtarılamayacağını anlayan Vahideddîn Han, güvendiği kumandanları
Anadolu’ya göndermek istedi. Ancak bunlar; "Dünyâya karşı harp edilmez. Bu iş
olmaz." diyerek gitmeyi reddettiler. Sultanın, kurtuluşun Anadolu’dan
gerçekleşeceğine ümidi tamdı. Bir ara kendisi gitmeyi düşündüyse de İngilizler;
"Eğer Anadolu’ya geçersen İstanbul’u Rumlara işgal ettirir, taş üstünde taş
bırakmayız." diyerek engellediler. Bunun üzerine bir gün saraya çağırdığı
Mustafa Kemâl’i; "Paşa, paşa! Şimdiye kadar devlete çok hizmet ettin. Bunları
unutun. Asıl şimdi yapacağın hizmet hepsinden mühim olabilir. Devleti
kurtarabilirsin." sözlerinden sonra, büyük yetkilerle Anadolu’ya gönderdi. Vahideddîn Han, bundan sonra
İstanbul’daki işgâl kumandanlarını oyalamak ve Anadolu’daki mücâdeleyi gözden
uzak tutmak için türlü siyâsî gayretler içine girdi. Fakat İngilizler de Türk
birliğini parçalamak için pâdişâh aleyhine çalışmaktan geri kalmadılar ve
aleyhinde kampanya başlattılar. Yegâne arzuları pâdişâhı milletin gözünden
düşürmekti. Nitekim bunda ısrar eden İstanbul’daki İngiliz işgâl kuvvetleri, 17
Kasım 1922 Cumâ günü halîfeyi baskı ve silah zoruyla DolmabahçeSarayından motora
alarak Malaya harp gemisine bıraktı. Bu gemi, son Osmanlı pâdişâhı ve İslâm
halîfesini, İngilizlerin Türk aydınlarını sürdükleri Malta Adasına götürdü.
Vahideddîn Han, acı ve sıkıntı içinde geçen bir sürgün hayâtından sonra, 16
Mayıs 1926’da İtalya’da vefât etti. Cenâzesi Şam’a getirilerek Sultan Selim
Câmii Kabristanına defnedildi.
Son Osmanlı pâdişâhı ve İslâm halîfesi.
Sultan Birinci Abdülmecîd Hanın oğullarının en küçüğüdür. Annesi Gülistû
Sultan’dır. 2 Şubat 1861 târihinde doğdu. Çok küçükken anne ve babasını
kaybetti. Ağabeyi İkinci Abdülhamîd Han tarafından büyütülüp, himâye edildi. Çok
zekî olup fıkıh bilgisinde pek ileriydi. 4 Temmuz 1918’de ağabeyi Sultan
Reşâd’ın vefât ettiği gün pâdişâh ve halîfe oldu.
Saltanata geçtiğinde ordu ve donanmaya bir Hatt-ı Hümâyun göndererek
Başkomutanlığı üzerine aldığını bildirdi. Enver Paşanın Başkumandan Vekili
ünvânını Başkumandanlık Kurmay Başkanı şekline çevirdi. Tahta geçişi dolayısıyla
hazırlanan Hatt-ı Hümâyunda Pâdişâh: Kabinede adâletin dağıtımı ve güvenliğin
sağlanması husûsunda daha fazla gayret harcanmasını, zarurî gıdâ maddelerinin
ucuzlatılması için acele tedbir alınmasını, üretimin arttırılmasını, siyâsî
suçluların af edilmesini, savaş bölgesi dışındaki sıkıyönetimin kaldırılmasını,
devlet hizmetinde çalışacak olanların nâmuslu kimselerden seçilmesini, kânûnî
bir sebep olmadıkça kimsenin işinden uzaklaştırılmamasını istedi. (Ali Fuat
Türkgeldi. Görüp İşittiklerim, s. 156)
Bu
istekler ve yeni icraatı pâdişâhın devlet işlerinde ve memleket meselelerinde
aktif bir yol tutacağının açık bir deliliydi. Ancak bu sıralarda Birinci Dünyâ
Savaşının korkunç neticeleri alınmak üzereydi. Nitekim 30 Ekim 1918’de Mondros
Mütârekesi imzâ edilerek, Birinci Dünyâ Harbi, mağlubiyetimizle bitti.
Neticede İttihatçı liderlerin baskısından kurtulan Sultan
Vahideddîn’in elinde ancak düşmanlara teslim edilmiş bir milleti idâre etmek
kaldı.
16 Mart 1920’de İstanbul İtilâf devletleri
tarafından işgâl edildi. Yunanlılar İzmir’e, İtalyanlar Güneybatı, Fransızlar da
Güney Anadolu’ya girdiler. Vahideddîn Han 11 Mayıs 1920’de düşmanların
hazırladığı ve Anadolu’nun işgâlini ihtivâ eden Sevr Antlaşmasını bütün
baskılara rağmen imzâlamadı. Osmanlı ordusu tamâmen lağvedildi. Medîne muhâfızı
Fahri Paşa, on ikinci ordu kumandanıAli İhsan Paşa ve Harbiye Nâzırı Mersinli
Cemâl Paşa gibi değerli kumandanlar Malta’ya sürüldüler. Yalnız pâdişâhın
şahsını korumak için, yedi yüz kişilik maiyyet-i seniyye kıt’ası bırakıldı.
Sultan bu taburu, Ayasofya etrâfındaki sipere sokup câmiye çan takmak veya müze
yapmak isteyenlere ateş ediniz emrini verdi.
Vahideddîn Han,
çok akıllı ve çabuk kavrayışlıydı. Arada Sultan Reşâd olmayıp da, İkinci
Abdülhamîd Handan sonra tahta çıksaydı, İttihat ve Terakki hükûmetinin
hatâlarını önleyecek, felâketlerin önüne geçecek kudret ve idâre sâhibiydi.
Mala, dünyâya düşkün olmadığı güzel ahlâklı ve eşi az görülebilecek kadar fazla
nâmuslu olduğu vesîkalarda göze çarpmaktadır. Çok sevdiği vatanından koparken
yanında şahsî ve pek cüz’î mal varlığından başka bir şey götürmediği,
ayrılmasının üzerinden henüz dört yıl geçmeden vefâtında kasaba, bakkala ve
fırına olan borçlarından dolayı 15 gün tabutunun kaldırılmamış olmasından da
anlaşılmaktadır.
Vahiddedîn Hanın vatanının ve
milletinin uğradığı felâketler karşısında neler düşündüğü ve neler hissettiği
kayıtlara geçmiş şu hadîseden çıkarılabilir. 1919 senesi Ramazanında bir sabah
Yıldız Sarayında yangın çıkar. Kısa zamanda büyüyen alevler, sultanın geceleri
kaldığı dâireyi de sarar. O geceyi tesâdüfen Cihannümâ Köşkünde geçirmiş
olanVahideddîn, yangını haber alınca, üzerine pardesüsünü giyerek dışarı çıkar.
Köşkün önünde hiç telaş göstermeden yangını seyrederken çevrede ağlayanları
görünce gözleri yaşararak; "Benim vatanım ateş içinde, onun yanında bunun ne
kıymeti var." demekten kendini alamaz.