Feramerz bir Fransız subayıdır. Türklerle nerede ve ne zaman tanışır bilemeyiz ama ecdadımıza
hayran olur. Nitekim kendi rızası ile İslâm’ı seçer ve Feramuz adını alır. O devir Fransa’sında
Müslüman olmak zor, Müslümanca yaşamak daha zordur. Mübârek kalkar Anadolu’ya gelir ve
Sivas, Tokat civarında bir kuytuya yerleşir. Oğluna âlemlere rahmet olarak gönderilen
Efendimizin adını koyar. Kızını Osmanlı Emirlerinden Hüsrev Bey’e verir.
Feramuz bey vefat edince, oğlu Muhammed ablasının yanına sığınır. Eniştesi bu çocuğun müthiş
zekasına hayran kalır. Tahsili için ne gerekiyorsa yapar. “Yeter ki sen oku” der, “gerisini
düşünme!” Küçük çocuk bu teveccühün altında kalmaz, gecesini gündüzüne katar, akranlarına
fark atar. Nitekim molla olur. Hem eniştesinin adıyla anılan bir molla. “Molla Hüsrev!”
GENÇ KADIASKER
Bakın şu Osmanlının güzelliğine, eğer bir kimse ehil ise önü açılır. Devlet kademelerine ışık
hızıyla tırmanır. Nitekim Molla Hüsrev genç yaşta müderris olur. Önce Edirne Şahmelik, sonra
Çelebi Medreseleri ondan sorulur. İkinci Murat Han ondaki cevheri farkeder. Devlet hizmetinde
saçını sakalını ağartmış onca yaşlı dururken, tutar Kadıasker yapar.
Günler geçer... Murat Han, oğlu Mehmed’i (Fatih’i) Manisa’ya yollamaya niyetlenir. Şimdi ona
hem babalık, hem hocalık yapacak birilerini arar. Ancak bu kabına sığmayan hırçın çocuk
ulemanın korkulu rüyasıdır. İnanın bir mektep dolusu talebeyle uğraşmak daha kolaydır. Çoğu
bir bahane bulur, geri durur. Gelgelelim Molla Hüsrev bu işe gönüllü talip olur. Onu yetiştirmeyi
çok arzular, hem de getirildiği muhteşem makamı terk edecek kadar.
Nitekim genç müderris ile hırçın şehzade arasında tarifi zor bir muhabbet başlar. Tabiri caizse
abi, kardeş olurlar. Molla Hüsrev onun ufkunu açar. Kendini aşmayı, büyük düşünmeyi öğretir.
Zaman zaman Spil Dağı’nın sarp yamaçlarında oturur hâyâl kurarlar. Karadan gemi yürütür,
Haliç’e köprüler atarlar. Sonra minare yüksekliğinde kuleler ve devasa toplar düşünürler. Hani
manda iriliğinde gülle atan koca toplar...
Onlar sadece İstanbul’un değil, Roma’nın fethini planlar, buruşuk kağıtlar üstüne Viyana’yı,
Paris’i karalarlar. Belki çizgiler çerden çöptendir, ama zafere inançları tamdır, sütun gibi.
Aradan yıllar geçer. Fatih hayallerinin bir kısmını gerçekleştirir (mesela İstanbul’u alır) Molla
Hüsrev ise Bursa medreselerinde yeni Fatihler yetiştirir.
Genç padişah hocasını hiç unutmaz. Unutamaz! Fırsatını bulduğu an, bir ilim adamının
gelebileceği son noktayı gösterir ona. Şeyh-ül İslâm yapar. Molla Hüsrev tam 20 yıl bu
makamda kalır ve kelimenin tam manası ile vazifesinin hakkını verir. Fatih’in ifadesiyle, “zamanın
Ebû Hanifesi”dir.
O NE SOHBETTİR ÖYLE!
Molla Hüsrev’in bakılmaya doyulmayan asil bir siması vardır. Duyguludur, merhametlidir, insana
kıymet verir. Sade ve temiz giyinir. Diğer devlet adamlarının aksine küçük ve basit bir sarık
sarar. Talebeleri onu öylesine severler ki, seher vakti kapısında birikirler. Etrafında halka olup
medreseye götürürler, gece yarısı yine eşikte toplanır, getirirler evine. Zira yolda geçen her an
yeni bir şeyler öğrenirler.
Molla Hüsrev Hazretlerine tahsis edilen konakta elbette aşçılar, seyisler, hademeler vardır.
Ancak o, hiçbirini kendi hizmetinde kullanmaz. Odasını elceğizi ile süpürür, camlarını kendi siler.
Esvaplarını yıkar, lambasını yakar. Mübarek gündüzleri ilim anlatır, geceleri ilim yazar. Ki her biri
ömre bedel onlarca kitabın sahibidir.
Sultanlara lala olmak...
Ona göre alimler lala olmalı ve lala yetiştirmelidirler. Sultana hakkı, hakikati,
eğriyi, doğruyu gösterebilmenin tek yolu budur. Nitekim kendileri Fatih’e iyi bir
lala olur ve gelecek nesiller için mükemmel lalalar yetiştirirler. Meselâ
Bâyezid’e, Yavuz’a ve Kanuni’ye istikamet çizen Zembilli Ali Cemali Efendi
bunlardan biridir.
Molla Hüsrev, Bursa'da (Emir Sultan yakınlarında) kendi yaptırdığı
medresenin bahçesinde medfundur.