Aşireti devlete taşıyan veli
Osman Gazi, Ertuğrul’un ocağında doğar. Destânlarla, menkîbelerle büyür. Babasının silah
arkadaşlarını âdeta esir eder. Ayaklarına dolanır, önlerini keser. Ne eder eder cenk hatıralarını
anlattırır onlara. Akranlarının çelik çomak oynadıkları çağlarda ata biner, yay gerer. Bıyıklarının
terlediği günlerde akınlar düzenler.
Bu coğrafyada zemin kaypaktır. İmparator ne kadar entrikacı ise, tekfurlar da dönektirler bir o
kadar. Şefkate şiddetle, ihsana ihanetle karşılık verilen bir iklimde insan kurt olmalıdır. Gün gelir
tehlikeyi hisseder, pusuları koklar.
Osman gazi tam bir muhariptir. Atiktir, tetiktir. Attığını vurur, vurduğunu devirir. Cengi satır satır
okur ve bin türlü hile bilir. Ama o sadece aşiretini düşünür. Devlet mi dediniz? Yoo hayır! Henüz
hayâli bile yoktur zihninde.
O yıllarda Derviş Gazi denilen Hakk aşıkları Anadolu’ya sızar. Bunlar genellikle Horasan
asıllıdırlar. Hekimdirler, demircidirler, debbağdırlar. Hasılı sanat sahibidirler ve işlerini iyi bilirler.
Dürüst ve emindirler. Hıristiyan ahali bunlara “sarıklı” der ve çok güvenirler. Emanetlerini onlara
bırakır, hakemliklerine inanırlar. Öyle ya bu diyarda yalan bilmeyen, haram yemeyen kaç kişi
kalmıştır?
MÜJDE
İşte bu gönül erlerinden biri de Ebdal Kumral’dır. Manevi ikrâmlarla donatılmış bir hâl ehlidir.
Bir gün Ermeni derbenti denen mevkide Hızır Aleyhisselâm’la karşılaşır. Hızır Aleyhisselâm
Osman Gazi’yi kastederek. “O yiğidin istikbali çok parlak” der, “Var bul onu ve müjdeyi ver!”
-Nasıl bir müjde?
-Yakında rüyasını görür.
-Sırrı bileydik, tabirini yapardık.
-Tabir Şeyh Edebâlî’ye yakışır.
Ebdal Kumral, dergâha koşar. Vardığında sohbet başlamıştır. Bir köşeye sokulur, diz çöker.
Bakın şu işe ki Osman Gazi de oradadır. Genç mücahid kelimesini kaçırmadan şeyhini dinler.
Edebâlî Hazretleri “Toprağa bağlanın!” der, “Su kullanın, ağaç dikin, bahçelerinizi elden geçirin.”
(Bunlar şu coğrafyada kalıcı olduklarına dair işaretlerdir) “Fukaraya sahip çıkın, âlimlere hürmet
edin.”
Ve bir sır fısıldar: “Heybetli görünmek isteyen, Kuran okusun!”
Gecenin ilerliyen saatlerinde Osman Gazi el öper, müsaade ister. Edebâlî hazretleri gözlerini
kısar, geceyi dinler. Sonra nedendir bilinmez “Sabah ola hayr ola” der, “gelin kalın burada!”
Bu diyarda ona itiraz ne mümkündür. “Başüstüne” der, baş eğerler.
Derhal döşekler serilir, kandiller çekilir. Avludaki takunya tıkırtıları azala azala kaybolur.
Ocaktaki meşe kütüğü çatırtıyla yanar, duvarda kızıl lekeler dolaşır. Dolunay ak gölgelerle ilişir
ılık zemine. Uzaktan uzağa ulumalar duyulur ve ıslık dilli bir rüzgâr…
Osman Gazi ayağını uzatıp yatamaz. Zira odada Mushaf-ı Şerif vardır. Bir köşeye bağdaş kurar,
tesbihi ile baş başa kalır. Ama bir ara içi geçer, Edebâlî Hazretlerinin göğsünden çıkan bir nurun
kendini kuşattığını görür. Sonra vücudu çınara döner. Dallanıp budaklanır ve çok büyür.
Yaprakları bulutlara varır, kökleri kıtaları tutar. Dağlar ovalar, nehirler, şehirler… İnsanlar fevç
fevç gelir gölgesine girerler. Huzurlu ve neşelidirler.
TABİR
Osman gazi rüyanın heyecanıyla gelir kendine. Avluda tıkırtılı takunyalar, su sesi ve şıngırtılı
ibrikler. Derken müezzinin yanık sesi odayı doldurur. Mescide geçerler. Osman gazi rüyanın
tesirindedir hâlâ. Ebdal Kumral sorar. “Ne oldu sana?”
-Bir rüya gördüm hocam. Garip bir rüya!
-İyi ya, işte fırsat. Şeyhimize arzeyle.
-Hata etmeyiz değil mi?
-Söylediğin şeye bak.
Osman Gazi, hani o meydanlara sığmayan yiğit Edebâlî Hazretleri’nin yanında sesini çıkaramaz.
Bırakın konuşmayı, nefes almaktan çekinir. Ama bu kez derdini söylese gerektir. Mahçup
mahçup rüyasını anlatır. Edebâlî Hazretleri kısa bir tefekkürün ardından “Ey oğul. Sana müjdeler
olsun!” der, “Göğsümden çıkan nur kızımdır (Bâlâ hatun). Seni kuşatması evleneceğinize
işarettir. Ağaca gelince: Sen büyük bir devlet kuracaksın. Evlatların adaletle hükmedecekler.
Allah-ü teâlâ seni ve neslini insanların İslâm’la şereflenmesine vesile edecek.
Ebdal Kumral heyecanlıdır. “Vallahi doğru söylüyorsun!” der, “Hızır Aleyhisselam’ın bildirdiği
müjde bu olmalı!”
DURSUN FAKİH
Aradan yıllar geçer. Anadolu’daki çalkantılara rağmen beylik büyümektedir. Osman Gazi
ihlâslıdır, gayretlidir ama o bir aşiret reisidir hâlâ. Hoş dahasına da tâlip değildir. Zaman zaman
şu beyliğin bile vebalinden çekinir. Ama ûlema cihangirliğe teşvik eder. Gelir, gider devlet fikrini
işlerler ki, Dursun Fakih bunlardan biridir.
Dursun Fakih, çok âlim görür, ilim meclislerinde bulunur. Ama gönül gözü Edebâlî Hazretleri’nin
dergâhında açılır. Onun akıllara durgunluk veren bir hafızası vardır. Öyle ki bir kere okuduğunu
alır ezberine.
O yıllarda Moğollar tam bir belâdırlar. Nitekim Anadolu Selçuklularını dağıtır, sultanı tutsak
alırlar. İnsanlar korku içinde ve kararsızdırlar. Şöyle tutunacak sağlam bir dal, sığınacak müşfik
bir gölge ararlar. Ortalık beyden geçilmez, ama ehilleri nerede?
BAĞIMSIZLIK İLANI
Dursun Fakih, Osman Gaziye çıkar. “Beyim!” der, “Evet bu güne kadar Selçukluya sadık
kaldık, ama Selçuklu kalmadı artık. Siz ne derseniz deyin, adınıza hutbe okuyacağım!”
-Adıma hutbe okumak mı? Hayır, Selçuklu’ya isyan edemem!
-Lütfen anlayın. Selçuklu diye bir şey yok gayri ve bundan böyle olmayacak!
-Bu büyük bir mesuliyet ama…
-Çok sancı çektik. Şimdi yeni bir doğum lâzım. Bunu sizin için değil ümmeti Muhammed için
yapacağım. İnsanların ihtiyacı var bize. Sanırım vakit geldi. Rüyayı hatırlasanıza.
Osman Bey hâlâ mütereddittir, ama Dursun Fakih onu dinlemez. Bildiği gibi yapar, çıkar beyinin
adına hutbe okur. Ki bu hareketin tek adı vardır: “Bağımsızlık ilânı!”
Dursun Fakih adı üstünde fakihtir. Bilinen ilk şeyhülislâm odur. Genç devletin müesseselerini o
kurar. Dahası sağlam temeller üstüne oturtur. Bu ne temeldir ki bir imparatorluğu altı asır taşır.
Dikkat ederseniz Osman Gazinin aklında bir devlet fikri yoktur. Onu buna hazırlayan, inandıran,
sürükleyen, gayretlendiren hep veliler olur. Hoş sultanlar, onların gölgesinde ağırdırlar.
“Gölge Sultanlar!”… Dizimizin adı, şimdi daha iyi anlaşılıyor olmalı.