O gün Süleymaniye Camii cemaate dar gelir. Muazzam kalabalığın bir
ucu Mercan yokuşundadır, bir ucu Vefa sokaklarında. Kolay değil bir
devre mührünü vuran sultan, Muhteşem Süleyman yoktur artık.
Ebussuud Efendi “Allah için namaza” diye bağırır, Mübelliğler haykırırlar
“Er kişi niyetine” Ses dalga dalga yayılır uzaklara.
Kanûni, Zembilli Ali Efendi, İbn-i Kemâlpaşa, İmam-ı Birgivî gibi
zirvelerin sohbetinde yetişir. Yahya Efendi gibi bir derya ile süt kardeştir.
Eh böylesi biri ölümü çok düşünse gerektir. Nitekim kabrini sağlığında
kazdırır. Ölmeden toprağını avuçlar, fatihalar okur kendi mezarına.
SEN KENDİNİ KURTARDIN AMA...
Sultanın naaşı tam mezarına bırakılacaktır ki, elindeki çekmeceyi tabutun
yanına sıkıştırmaya çalışan bir saray ağası Ebussuud Efendi’nin dikkatini
çeker, mübârek derhal müdahale eder “Dur bakayım!” der, “Neler
oluyor orada?”
-Bu emaneti mezara bırakmam gerek.
-Olmaz! Böyle bir şey caiz değil.
-Sultanımız vasiyyet ettiler ama.
-Vasiyyet mi? İçinde ne var acaba?
-Bilmiyorum efendim.
-Ver bakayım şu çekmeceyi.
Adamcağız uzatır, Şeyhülislâm uzanır. Lâkin tam o sıra kalabalık
dalgalanır, çekmece yere düşer. Ortalığa yüzlerce kâğıt yayılır. Ebussuud
Efendi bunlardan birini eline alır. Altında kendi mührünü görmez mi?
Gözü kararır, rengi uçar. Benzinde tek damla kan kalmaz, bildiğiniz kül
kesilir. Hemen oracığa çöker, yumruklarını şakaklarına dayar. Zor
duyulan bir sesle “Ah Süleyman ah!” der, “Sen kendini kurtardın.
Bakalım Ebussuud ne yapacak?”
İKİ GÖZDE ELÇİ
Ali Kuşçu ve Mustafa İmâdi Uluğ Bey’in yanında yetişmiş birer
zirvedirler. Hem gökleri kitap gibi okur, hem de hastalıkları teşhis
ederler. Şairdirler, ediptirler. Tarihi, coğrafyayı iyi bilirler. Timuroğulları
dağılınca Akkoyunlular’ın hizmetine girerler.
Uzun Hasan bunları elçi olarak Fatih’e gönderir. Fatih insan sarrafıdır.
Uzun Hasan’ın mesajıyla ilgilenmez bile. Ama gözünü elçilerden alamaz.
Bu iki âlime hayran olur ve ne eder eder onları Osmanlı’ya kazandırır.
Gel zaman git zaman Mustafa İmâdinin oğluyla Ali Kuşçu’nun kızı
evlenirler. Bu kutlu izdivaçtan, nurlu Ahmed (Ebussuud Efendi) doğar.
Ebussûud Efendinin babası Şeyh Yavsi (İskilipte medfundur) hünkârların
şeyhi, şeyhlerin hünkârı diye tanınır. Özellikle II. Bayezid ona çok hürmet
eder. Eh böylesi bir ailede gün boyu ilim konuşulur, hele çocuk
Ebussuud Efendi gibi bir zeka küpüyse minicikken ilim ehli olur. Dahası
Müeyyedzâde ve Mevlâna Seyyidi Karamâni’nin tedrisinden geçer.
Nitekim Akşemseddin’in halifelerinden İbrahim Tennûri Hazretleri’nin
feyzli sohbetlerine kavuşur, ulaşır kemâle.
PAŞAZADE HAZRETLERİNİN GÖZDESİ
İbn-i Kemâlpaşa, Ebussuud Efendiyi gördüğü gün bir kenara yazar. Onu
genç yaşta İshâkpaşa Medreselerine müderris yapar. Sonra Bursa ve
İstanbul kâdılığına getirir ki bunlar büyük makâmlardır. Zira o devrin
kâdıları aynı zamanda belediye başkanıdırlar. Mübarek çok sıkı çalışır,
ona ayak uydurmak çok zordur. Ancak öylesine ehil ve öylesine
çalışkandır ki ara basamakları atlaya atlaya yükselir ve genç yaşta
kadıasker olur. Kânuni ile Macaristan seferine katılır, askerle bıkıp
usanmadan sohbet eder, onları zafere inandırır. Budin’de ilk hutbeyi o
okur. Süleymaniye’nin temeline ilk taşı o koyar. Sultanı Kıbrıs’ın fethine
ikna eder. Nitekim bir ilim adamının varacağı son noktaya getirilir ve tam
30 yıl (dile kolay) şeyhülislâmlık yapar.
Ebussuud Efendi sade giyinir ama çok heybetlidir. Güler yüzlü ve tatlı
dillidir. Üslubu latifelidir ve çocuklarla yakından ilgilenir. Arapça sorana
arapça, farisi sorana farisi cevap verir. Şiirli suallere çok sanatlı
karşılıklar hazırlar. Sıradan insanları bile ciddiye alır, basit sualleri dahi
savuşturmaz, muhatap anlayıncaya kadar izah eder. Ebusuud efendi
sadece insanların değil cinlerin de meseleleri ile ilgilenir. (Mübareğin
cinlere yazdığı fetvalar Eyüp’de Yazılı Medresenin duvarlarında
bulunuyordu. Ancak hem Hind, hem Arap harflerine benzeyen bu esrarlı
yazılar okunamadı ve zamanla boyatılarak kapatıldı)
Ebusuud Efendi Sultan Süleyman’a “Kânuni” adını kazandıran kânunların
mimarıdır. Özellikle o devirde şiddetle ihtiyaç olan ârazi kanunnamesini
yazar, Tımar ve zâametleri sisteme sokar.
HIZI BAŞ DÖNDÜRÜR
Devlet işlerinde yanındakilerin tahâmmül edemiyeceği bir süratle çalışır.
Kâtiplerin bir kısmı günün ilk yarısı kalem oynatırlar, bir kısmı ikinci yarısı
yumulurlar kağıda. Mübarek çok prensiplidir. Yapılmasına karar verilen
işleri asla unutmaz. Vakitli vakitsiz teftiş eder, eksiklikleri aksaklıkları
gözüyle görür ve yerinde giderir. Ebussuud Efendi 20 mükemmel kitap
hazırlar ve zaman zaman içli ve mânâlı şiirler yazar.
Hepsi bir yana Mâlulzâde, Hoca Sadettin, Bostanzâde Mehmed ve
Bostanzâde Mustafa, Şair Bâki, Kınalızâde, Fudayl bin Ali Cemali ve
Ataullah Efendi gibi pırlantaları yetiştirir.
Eh elbette ibadet ehlidir. Uykusuz geçen geceler, onlar için meziyyet
değildir. Belki de bu yüzden onu İmam-ı âzam Efendimize benzetirler.
Eğer yaptığı işleri, yaşadığı günlere bölerseniz şaşırırsınız. Bir insan hem
halkla uğraşsın, hem sultanı yalnız bırakmasın. Seferlere çıksın,
merasimlere katılsın, kitap yazsın, fetva versin, talebe yetiştirsin, devleti
sisteme oturtsun, adli ve idari mes’uliyetleri olsun, müesseseleri kontrol
etsin, fikir üretsin, tıkanan işleri yerinde düzeltsin. Hem de hiçbirini
aksatmasın. Vallahi zor! Çok zor. Hoş onlar bu yüzden büyüktürler ya.
Eh, mimarı Sinan, kaptanı Barbaros, Şairi Baki, seyyahı Piri Reis,
tarihçisi Hoca Saadettin, velisi Yahya Efendi olan bir devrin Şeyhülislâmı
da böyle olmalıdır. Ebussuud gibi. (Kuddise sirruh)
Ebussuud Efendi bir sahabe aşığıdır ve Eyyûb Sultan civarına defnedilmeyi
vasiyyet eder. Halid bin Zeyd'i (radıyallahu anh) ziyarete gelenler,
büyük velinin önünden geçerler.
Ebussuud Efendinin nurlu kabri Eyyûb
Meydanı'nda adıyla anılan Dar-ül Hadis'in
bahçesindedir.